19 Nisan 2008

1 Mayıs

SABAHIN BİR SAHİBİ VAR…

“Yepyeni bir güneş doğar dağların doruklarından, Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarından, Yurdumun mutlu günleri mutlak gelen gündedir.”*

Her 1 Mayıs yaklaşırken çocukluğumu anımsardım. Babamın bir gün önceden eve kırmızı karanfillerle gelişi, 1 Mayıs sabahı annemin evden çıkarken yakasına taktığı o karanfilin kan kırmızı rengi, güzel kokusu… Babamın o kalın, tok sesi ile söylediği marş: “1 mayıs, 1 mayıs. İşçinin emekçinin bayramı…”

Artık 1 mayıs yaklaşırken ilk aklıma gelen şey, 2007 1 Mayıs’ında polisin sıktığı tazyikli suya karşı Sine-Sen’in pankartını dimdik ayakta tutan arkadaşlarımı gördüğüm o fotoğraf geliyor. Polis, bir araya gelen herkesi gözaltına aldığı için, teker, teker çıkmıştık Taksim’e. Peki geçtiğimiz 1 Mayıs’tan bu 1 Mayıs’a ne değişti? Daha önceki 1 Mayıs’larla önümüzdeki 1 Mayıs’ın ne farkı var?

2008 1 Mayıs’ına yaklaşırken, ülkemizde ve dünyadaki emekçilerin sermayenin dayatmalarına karşı haklarını savunmak için grevlerle mücadele ettiklerine tanık oluyoruz. Özellikle yurt genelinde 14 Mart’ta SSGSS’ye karşı gerçekleştirilen iki saatlik iş bırakma eylemi ile geçtiğimiz günlerde on binlerce emekçinin katıldığı 6 Nisan mitingi, bunlara en yakın örnekler. Bu eylemlerde işçilerin ‘genel grev’ çağrısı yapıyor olması ise, işçi hareketinin son 25–30 yılına bakmamızla anlaşılabilir.

Emekçiler üzerindeki sömürüsünü daha da artıran sermaye, 1980 yılında meşhur “24 Ocak Ekonomik Kararları” ile Türkiye’ye de yüzünü göstermiştir. Bu kararların ilk meyveleri ise, yüksek oranda devalüasyon, temel tüketim maddelerine çok yüksek oranlarda zam, işçi ücretlerinde sınırlama, tarımsal ürünlerde düşük taban fiyatları olmuştur. Kararlardan kısa süre sonra gündeme gelen 12 Eylül askeri darbesi, işçi sınıfı ve halkın neoliberal politikalar karşısındaki direncini kırmak için özel bir işlev görmüştür.

12 Eylül yönetiminin, sendikaları kapatmanın yanında ilk icraatı, SSK ilaç bedellerinden %10 katkı payı almak olmuştur. Baskı yıllarının ardından işçi sınıfı, tarihe geçen 89 bahar eylemleriyle o ana kadar yaşadığı hak kayıplarını ücret düzeyinde önemli oranda telafi edebilmiştir, ancak sosyal haklar ve sendikal örgütlenme cephesinde uğradığı kayıplarını geri almak mümkün olamamıştır. Olamamıştır, çünkü işçi hareketi ve sendikal hareket dönemsel zaafları, bünyevi zaaflarla birleşince içine girdiği mücadeleci hatta devam edememiştir.

Sovyetler Birliği’nin 50’li yılları ortalarından itibaren kapitalist yenilenme sürecine girmesi ve buna bağlı olarak örgütlerde yaşanan revizyonist dönüşüm, işçi sınıfının hem sendikal hem de siyasal olarak öndersiz kalmasına yol açmıştır. Bu durumun kaçınılmaz sonucu işçi ve emekçilerin gerçek anlamda örgütsüz kalması olmuştur. 12 Eylül darbesi ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile sermaye cephesi en azgın şeklinde saldırırken, sendikalar dönemin bu karşı devrimci eğilimleri karşısında bir önceki dönemin refleksinin ötesine geçememiş, “Gelin bu işi masada çözelim”den öte bir tutum geliştirememişlerdir.

İşçi sınıfı ve emekçiler, baştan itibaren sermayenin saldırılarına direnmeye, saldırıları püskürtmeye çalışmışlardır. Özelleştirme saldırılarına karşı işçiler 10–15 yıl boyunca göğüs germiş, sermaye hükümetlerinin girişimlerini defalarca geri atmayı başarmıştır. Bugün bile TEKEL ve PETKİM örneklerinde olduğu gibi, özelleştirme girişimleri çatışma alanları olmaya devam etmektedir.

Ancak işçiler ve emekçiler, emek düşmanı politikaların uygulayıcısı her hükümetin sonunu getiren süreçlerin başlatıcısı olmuş; ANAP ve Anasol (DSP-MHP-ANAP Koalisyonu) hükümetlerinin sonunu işçi ve emekçiler getirmiştir. Kuşku yoktur ki, AKP hükümetini de aynı son beklemektedir. Öte yandan bütün bu mücadeleler içerisinde, yeni mücadele ve örgüt biçimleri geliştirilmiştir.

İşçi ve emekçilerin bütün bu çabalarının saldırıları püskürtmeye yetmemesinin ve buna bağlı olarak, önemli hak kayıplarına uğramalarının nedeni işçilerin mücadele etmemeleri değil, bu mücadeleleri birleştirerek tek merkezden yönlendirilmelerini sağlamaya hizmet edecek taktik plandan yoksun oluştur.

Türkiye, emekçilere ve yoksul halka yönelik ekonomik saldırganlığın arttığı, devletin temel yönelimlerinin yeniden şekillendirilmesi noktasında egemen güç odakları arasında siyasi gerilimlerin tırmandığı bir dönemden geçiyor.

Hükümetin IMF’ye bulunduğu taahhütlere bağlı olarak sürdürdüğü neoliberal saldırganlığın bugünkü hedefinde, işçilerin, emekçilerin ve yoksul halkın sağlık hakkını ve olabildiği kadarıyla güvenli geleceğini oluşturan sosyal güvenlik kurumlarına son darbeyi indirmek ve TEKEL başta olmak üzere özelleştirmeleri gerçekleştirmek, kıdem tazminatını da hedef alan istihdam paketini çıkartmak bulunuyor.

SSGSS yasa tasarısı, hükümet tarafından temel yasa kapsamında bir an önce meclisten geçirilmek isteniyor. Hükümet, IMF’ye taahhütte bulunduğu bu konuda oldukça gözü kara bir tutum sergiliyor.

Bununla birlikte, düşün ücret dayatması, temel tüketim maddelerine yapılan yüksek oranda zamlar, sendikal örgütlenmeye karşı patronların gösterdiği tahammülsüzlük ve saldırgan tutum, işçi ve emekçileri mücadele yönünde her gün daha fazla tahrik edip yığınlar halinde harekete geçmelerine neden olmaktadır.

Son 4–5 aya baktığımızda bu bakımdan tablo şudur: Havayolu işçilerinin grev aşamasına gelen TİS sürecindeki mücadeleci tutumu, Telekom grevi, Akyıl, Yörsan, Dimes, TEGA Mühendislik, İlbek ve Tuzla Tersane işçilerinin direnişleri, Mersin’de tarım işçilerinin direnişi, kamu emekçilerinin eylemleri, SSGSS’ye karşı işçilerin, emekçilerin ve halkın verdiği mücadeleler ve nihayet bu mücadele ve eylemlerin 14 Mart ve 6 Nisan’da çok geniş katılımlı bir genel eyleme evrilmesi. Bu mücadeleler içinde işçilerin önce ileri unsurları, giderek genişleyerek ana kitlesi “genel grev- genel direniş” talebini öne sürmeye, saldırıların ancak bu yolla püskürtülebileceğini dillendirmeye başladı.

Bütün bu gelişmeler ve olgular 1 Mayıs’a yaklaşırken genel grev ve halkın genel direnişinin temellerinin geçmiş dönemlere göre çok daha genişlediğinin somut dayanaklarını oluşturmaktadır. Önemli olan işçi ve emekçilerdeki bilinç dönüşümüdür. Yani işçi ve emekçilerinin ana kitlesinde hakların ancak sınıfın birleşik eylemi ile alınacağı fikrinin gelişmesidir.

Bugün emekçileri bekleyen en büyük tehlike, SSGSS’nin meclisten geçmesidir. 1 Mayıs sermayenin saldırılarının püskürtülmesi ve yeni saldırı girişimlerinin önlenmesi, işçi hareketi ve sendikal hareketin daha ileri bir hatta ilerleyebilmesi bakımından, işçi ve emekçilerin önünde önemli bir olanaktır.

2008 1 Mayıs’ını önemli kılan, hareketteki genel grev genel direniş eğiliminin pratikte nasıl bir karşılık bulacağıdır. 2008 1 Mayıs’ı alan kutlamaları ile değil, bu cephede gerçekleşeceklerle tarihte hak ettiği yeri alacaktır. Bu konuda yeterince veri önümüzde durmaktadır. Yaşananların farkında olan örgütlü kesim de bunun bilincedir.

SSGSS’ye karşı ortaya çıkan mücadelenin 1 Mayıs’ta işçi ve emekçilerin ‘genel grev-genel direniş’ temellerinin güçlendirilip, genişlemesinin hizmetinde ve imkânlarının çoğaltılması gözetilerek kutlamasının sorumluluğunu da Sine-Sen üyeleri, diğer sendika ve siyasi parti üyeleri gibi omuzlarında hissetmelidirler.

1 Mayıs işçi sınıfının birlik günüdür. Bunun anlamı işçilerin kapitalizm karşısında, kapitalist sömürüye karşı birleşmesini simgeleyen bir gündür. Burada “birlik”; aynı işyerindeki işçilerin patrona, aynı ülkedeki tüm işçilerin kapitalist sınıfa ve hükümetlerine ve bütün dünyanın işçilerinin de uluslararası sermaye güçlerine karşı birliğini ifade etmektedir.

1 Mayıs işçilerin dayanışma günüdür. 1 Mayıs’ın “dayanışma” ilkesi; sermayenin saldırılarına, işçileri bölme ve birbirine karşı rekabete sokma girişimlerine karşı, işçilerin kendi aralarındaki dayanışmasını, talepleri için ayağa kalkan bir işçi kesimine, sınıfın tüm diğer bölümlerine de yerine göre bir işyerinde, yerine göre ülkede, yerine göre de dünya çapında destek vermesini ifade eder.

Bu anlattıklarıma bakınca, eğer sesimizi çıkartmazsak bizi ileride güzel günlerin beklemediği apaçık ortada. Ancak bunun tersine, anlattıklarımdan emekçilerin son 30 yıla oranla bu yıl daha da bilinçli olduğu ve bizim istemediğimiz şeyleri seçilmişlerin(!) çıkartamayacağı da ortada. O nedenle haklarımız ve geleceğimiz için, sendika pankartımızın altında, omuz omuza, gücümüzü ve birlikteliğimizi sermayeye gösterelim. Hepimizin bayramı şimdiden kutlu olsun.

Yaşasın 1 Mayıs, yaşasın sınıf dayanışması.


Cihan Bilgen
Senarist- Yardımcı Yönetmen
cihanbilgen@hotmail.com

* 1 Mayıs Marşı-Söz ve Müzik: Sarper ÖZSAN
Fotoğraf: Özgür Cengizbay

Süreyya Duru


Türk Sineması’nın önde gelen yapımcı ve yönetmenlerinden biri olan Süreyya Duru’nun, asistanlığını yapmış hocam Muzaffer Hiçdurmaz’a göre; “Süreyya Duru cana yakın, sempatik, sıcak, doğru ve iyi bir insandı. Oyuncuları ve çevresi ile arası çok iyiydi, çoğu yönetmende olmayan bazı özellikleri vardı. Kesinlikle bağırıp çağırmazdı. Sadece filmini ve işini düşünürdü. Sette olan bazı eksikliklere ve sorunlara sakin yaklaşır, sorunu çözerdi. Bir gün sıkıştım para istedim. Ödeme günleri Cuma günüydü. ‘Napacaksın parayı?’ dedi. ‘Ne yapacağımı var mı? Yemek yiyeceğim, alışveriş yapacağım’ dedim. ‘Boşver ben sana bir simit alayım, karnını doyurursun’ diye bir espri yapmıştı.” (Gülüyor…) “Çünkü kendine göre prensipleri vardı ve onları çiğnemek istemezdi.”

Ustam Senarist Mehmet Aydın ise öğrenciyken yaz tatillerinde okul harçlığını çıkarmak için reji asistanlığı yaparken tanımış Süreyya Abi’sini. Onu nasıl anımsıyor diye soruyorum. Gözleri uzaklara dalıyor; “Eli omzumda anımsarım hep. Biraz kiloluydu, ayakta durmayı pek sevmezdi. Sette ayaktayken, yorulmamak için sol elini omzuma koyardı, Öğle suları yaklaştı mı, saatine bakardı sık sık, ‘Nerde kaldı bu yemek?’diye söylenirdi.”

Bir anısını anlatmasını rica ediyorum; “Asistanlık yaparken, onun senaryolarına da katkıda bulunmaya başladım. Senaryosunu yazdığım, C.Arkın, F.Hakan’ın oynadığı “Öğretmen Kemal” çekilirken, Ankara’ya gitmemiz gerekmişti. Yolda hep; ‘Memet nerde yemek molası vereceğiz?’ diye sorup durmuştu. ‘Abi biraz daha gidelim!’ dediğimdeki yüz ifadesini unutamam. Yemeyi severdi, ama yemek yemeyi; hak yemeyi ya da sömürmeyi değil.” Diyerek devam ediyor. “İlerici bir aydın, namuslu bir yapımcıydı.”

Süreyya Duru, Öğretmen Kemal’in çekiminden 51 yıl önce 1930 yılında İstanbul’da yapımcı Naci Duru’nun oğlu olarak doğar. 1949 yılında Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girer. 1954’de babasının kurmuş olduğu Duru Film’de çalışmaya başlar. Mehmet Aydın’a göre; “O devirlerde solcu ya da sosyalist olmak en büyük suç gibiydi… Hele bir iş adamının oğlu için…” Ardından 1955 yılında Ö. Lütfi Akad’ın “Beyaz Mendil” filminde, direkt yapım amiri olarak setlere adım atar. Fakat kendi filmini yapması için aradan beş yıl daha geçmesi gerekir. 1960 yılında, bir Türk gazetecinin yabancı uyruklu bir kızla aşk ve macera öyküsünü konu alan, “İstanbul’da Aşk Başkadır” ile ilk kez yönetmenliğe başlar. Oğlunun adını vereceği, kendi şirketi Murat Filmi kuruncaya kadar çoğunlukla aile şirketinde çalışır ve burada sıradan edebiyat uyarlamaları ile avantür filmler yönetir. Memduh Ün’le ortak yapımlar üretir. Türk Sineması’nın dış pazara açılması için çeşitli araştırmalar yaptıysa da bunları gerçekleştirme olanağını bulamaz.

İlk dönem filmlerinde Yeşilçam’ın bilinen ticari türlerine el atar. Moda olan hemen, hemen her türde şansını dener. Yerli-yabancı uyarlamalara girişir. 1966 yılında Cüneyt Arkın’lı resimli romanlarda kalmış Türk kahramanlarını canlandırdığı “Malkoçoğlu” filmi ile seyircinin seveceği bir tarihsel macera dizisinin ilk örneğini verir.

1968 de film yapım sayısı fazla azalmamış, ancak konu sıkıntısı hala çözülemediğinden ikinci çevrimler çoğalmıştır. Süreyya Duru’nun bu dönemde ikinci çevrim olarak “Dağları Bekleyen Kız”ın yönetmenliğini yapar. “Rabia” ile dinsel filmler furyasına katılarak ermiş kadınları anlatır.
1970 yılında “Keloğlan” filmiyle gişe rekorları kırıp ticari başarısını sürdürür. Masal sineması favori bir tür haline gelince, Sindrella Kül Kedisi’ni çeker. Piyasa işi birçok film yönettikten sonra, popülist ağırlıklı prodüksiyonlara ara verip, o güne dek yaptığı filmlerle taban tabana zıt bir projeyi gerçekleştirir. Bekir Yıldız’ın öykülerinden Vedat Türkali’nin senaryolaştırdığı, Doğu’nun yarı feodal ilişkilerinden beslenen gelenek görenekleriyle yoğun bir dram gücüne sahip olan “Bedrana”(1974) törelerin kıskacındaki bir kadının konumunu çarpıcı bir şekilde anlatıp, toplumsal sorunlara değinerek, dikkatleri üzerine çeker. Duru’nun sinema yaşamının dönüm noktası olan, değişim ve dönüşüm sürecini başlattığı, ilk büyük çıkışı olur. Gerek yurtiçinde ve gerekse yurtdışında ödüller kazanır. Gösterime girdiğinde sinemamızda ‘Gerçekçiliğin yeni zaferi’ olarak nitelendirilir. Kendi tarzında bir prototip olur ve sonraki yıllarda, özellikle de yurtdışı şenliklerinde ilgi gören kimi geçekçi, kimi de egzotik kırsal bölge yapıtlarının öncülüğünü yapar. 1975 yılında Televizyonun artan etkisi, öte yandan aile seyircisini sinema salonlarından uzaklaştıran seks filmleri furyası sinemanın başlıca sorunu olur. Bu süreçte Bekir Yıldız ile tekrar bir araya gelerek, kendisinin ve sinemamızın başyapıtlarından biri olan “Kara Çarşaflı Gelin”i çeker (1975). Bekir Yıldız’ın üç ayrı öyküsünden Vedat Türkali’nin bu öyküleri organik bir biçimde örtüştürerek yazdığı senaryodan yola çıkarak, Doğu’nun geleneksel sorunları olan kan bedelini, kaçakçılık olayını ve ağa-ırgat çatışmasını gerçekçiliğe yakın yarı belgesel bir biçimde yorumlar. Feodal düzenin egemen olduğu ve yaşam biçimini oluşturduğu yöredeki sorunlar, geri kalmış bir ülke panoramasının içinde kıstırılmışlık, çaresizlik, sömürü ve baskı motifleriyle desteklenerek, toplumsal yönü ağır basan, trajik ve çarpıcı bir anlatımla yansıtır. Film 3 kez sansüre takılır, ancak Danıştay kararıyla gösterime girebilir ama o asla vazgeçmeyi düşünmez, yılmaz. 1977’de yapılan Antalya Film Şenliği’nde ‘En Başarılı Film’, ‘En İyi Kadın Oyuncu (Semra Özdamar)’ ve ‘En Başarılı Senaryo’ ödüllerini kazanır. Sansürle uzun süre uğraşmasından sonra bozulan ekonomik durumunu düzeltmek için tümüyle ticari amaçlarla “Ben Bir Keloğlanım” filmini yapar. Sağduyusu, saflığı ve pratik zekâsıyla tüm zorlukların üstesinden gelebilme özelliğine sahip bu halk kahramanının güldürü trükleriyle donatılmış serüveni özellikle Anadolu seyircisi tarafından büyük bir beğeni ile karşılanır.

1977’de ülkede bir yılda üretilen film sayısı 124’e düşer. Bunalım çeşitli etkenlerle (siyasi çatışmalar, yeni sansür tüzüğünün baskısı, döviz darboğazı, yapımdaki kararsızlık) uç noktaya ulaşır. Duru, bu süreçte Vedat Türkali ile işbirliği yaparak, içerdiği belli bir şematizme ve naifliğe rağmen toplumcu bir kent filmi ve Türk Sineması’nın sınıfsal kökenli ilk melodramı sayılabilecek “Güneşli Bataklık” filmini çeker. Bu filmle güncel sayılabilecek olaylara siyasal tavırlı bir bakış ekler. Sermaye grubu arasındaki çatışmalar, emekçilerin direnişi, işbirlikçiler çerçevesi içinde oluşan film, Türkiye’nin yakın dönemlerindeki birtakım siyasal/toplumsal olaylara göndermeler yapılarak görüntülenir. Filmin gecikerek, iki yıl sonra gösterime girebilmesi siyasal film niteliğini zedeler.

1979 yılında ülkenin artan siyasi kargaşası içinde, 195 filmden, 131’i seks, 19 Türkü içerikli ve 45’i de çeşitlidir. Uzun süre yalnızca sansürü değil, tüm basını meşgul eden, ulusal boyutlara varan seks salgını, uç noktasına ulaşır ve Duru bu süreçte toplumcu-gerçekçi çizgisinden ayrılarak Necati Cumalı’nın doğalcı sahne oyunu “Derya Gülü”nü sinemalaştırır. Film; klasik bir aşk üçgenini (yaşlı koca, genç kadın, genç delikanlı) yenileyerek değil, yineleyerek görüntüler. Seks salgını 1980 den sonra yerini arabesk türüne bırakır.

1986 yılında sinema salonları Türkiye’de ardı ardına kapatılır ve ilk kez Sinema Yasası kabul edilir. Edebiyat uyarlamalarının önem kazanmaya başladığı bu süreçte, yine Necati Cumalı’dan “Uzun Bir Gece”yi ve Vedat Türkali’nin senaryosunu yazdığı “Fatmagül’ün Suçu Ne?” isimli filmleri çeker. “Fatmagül’ün Suçu Ne?” filmiyle erkek odaklı bir sinemada kadının konumunu, çaresizliğini, kullanımını, bir kez daha tecavüz ve suç sorunlarını ele alır, gelenek eleştirisi ve insan ilişkileri öykünün temelini oluşturur.

Süreyya Duru, “Bedrana”nın (1974), tamamlanmasından kısa bir sure önce hayata veda ettiği “Ada” (1988) filmine kadar geçen 14 yılda, kendisine çizdiği yeni yolda ilerleyerek, yine Vedat Türkali ile birlikte çalışmalarda bulunur. Duru’nun son filmi, Peride Celal’in öyküsünden Macit Koper’in senaryolaştırdığı “Ada”; evliliklerini noktalamış ama bir süre sonra bir araya gelerek bir çeşit ödeşmeye girişip geçmişteki ilişkilerini sorgulamaya başlayan, bir kadınla bir erkeğin içinde bulundukları durumu düz ama duygusal tonu etkili olan bir sinemayla anlatır. “Ada” üstadın büyük bir olgunluk döneminde olduğunu göstermektedir ama filmi tamamlayamadan hayata ve sinemaya, İstanbul’da veda eder. “Ada”yı kızı Dilek (Günaltay) ve kuzeni Metin Duru bitirir.
Köklü bir sinemacı aileden gelen Süreyya Duru, baba mesleğini başarıyla sürdürüp, Türk Sineması’nın önemli yönetmenlerinden biri olur. Vedat Türkali ve İhsan Yüce ile uzun süreli oluşturduğu ortak çalışmalar, özellikle kırsal kesimin sorunlarını gerçekçi bir biçimde işleyen filmler yapmasına sebep olmuştur.

Emekleri ile iz bırakmış tüm sinema emekçilerini ve kendisini saygıyla anıyorum.

Yönetmen Filmografisi
Ada 1988, Çil Horoz 1987, Fatmagül’ün Suçu Ne? 1986, Uzun Bir Gece 1986, Geçim Otobüsü 1984, Derya Gülü 1979, Hey yavrum hey 1978, Güneşli Bataklık 1977, Ben Bir Garip Keloğlanım 1976 (Padişahın güzel kızına âşık olan bir kel bir gencin öyküsü), Kara Çarşaflı Gelin 1975, Azgın Bakireler 1975 (Tecimsel amaçlı), Yılan Yuvası 1974, Aç Gözünü Mehmet 1974, Bedrana 1974, Çılgın Arzular 1974 (Ticari amaçlı), Dövüşe Dövüşe Öldüler 1974, Nefret 1973 (Bilmeden öz çocuğunu öldürmek isteyen bir ananın hikayesi), Rabia -İlk Kadın Evliya–1973, Hayatımızın En Güzel Yılları 1972 (Fakir bir boksörle, sevdiği kızın öyküsü), Her Şafakta Ölürüm 1972 (Namusu için mücadele edenlerin öyküsü), Malkoçoğlu Kurt Bey 1972 (Bir kahramanlık öyküsü), Keloğlan 1971, Malkoçoğlu Ölüm Fedaileri 1971 (Bir kahramanlık öyküsü), Ömrümce Unutamadım-Ömrümce Aradım 1971 (Aynı fabrikada çalışan iki gencin öyküsü), Sinderella Kül Kedisi 1971 (Sinderalla ile rüyasında gördüğü Prensin aşk öyküsü), Beyaz Güller 1970 (İki düşman ailenin birbirine âşık olan çocukları), Selahattin Eyyubi 1970 (S.Eyyubi ile Aslan Yürekli Rıchard’ın öyküsü), Şoför Nebahat 1970 (Ölen şoför babasının yerine geçip, çetin bir yaşamla mücadele eden bir kızın hikâyesi), Ala Geyik 1969 (Yaşar Kemal’in öyküsünden. Sevdiği kıza kavuşmak için sevdalısının babası olan ağayla mücadelesinin öyküsü), Raj Kapoor’un ünlü Avaresini alaturkalaştırdı. Yakılacak Kitap (Ethem İzzet Benice’nin aynı isimli romanından uyarlama), Malkoçoğlu Akıncılar Geliyor 1969 (Malkoçoğlu ve Macar kralının kızı Beatrice’in öyküsü), Malkoçoğlu Kara Korsan 1968 (Zulme ve şiddete karşı çıkan, haçlılarla savaş veren Malkoçoğlu’nun kahramanlık öyküsü), Kader 1968 (Kan davalı iki ailenin birbirlerine âşık olan çocukları.), Yakılacak Kitap 1968, Dağları Bekleyen Kız 1968 (Esat Mahmut Karakurt), Zengin ve Serseri (Fakirlere yardım eden etmeyi amaçlayan zengin bir serserinin öyküsü) Malkoçoğlu Krallara Karşı 1967 (15.yy. da, Kazıklı Voyvoda ve Malkoçoğlu’nun hikâyesi), Zengin Ve Serseri 1967, Malkoçoğlu 1966 (Tarihi bir kahramanlık öyküsü), Siyahlı Kadın 1966 (William Irısh’ın romanından uyarlama. Karısının katilini arayan bir gençle, ona yardım edip, sonunda âşık olan bir kadının öyküsü), Damgalı Adam 1966 (Karısını batakhaneye düşürüp, daha sonra da onu terk eden bir babayla, yıllar sonra intikam alan bir gencin öyküsü), Şoför Nebahat Bizde Kabahat 1965 Argolu ve vurdulu- kırdılı erkekimsi kadın kahramanlı filmlerinden. (Nebahat ve kaçırılan bir prensesin öyküsü.) Sevgim ve Gururum (Muazzez Tahsin Berkant’ın romanından. Kocasının kıskançlıklarına dayanamayıp, evini terk eden bir kadının öyküsü) Aşk ve İntikam 1965 (Muazzez Tahsin Berkand. 17 yıl önce kaybettiği kızkardeşinin belalısı tarafından öldürüldüğünü öğrenen ve intikam alan bir gencin öyküsü), Sevgim Ve Gururum 1965, Şoför Nebahat Ve Kızı 1964 (Michael Curtiz’in “Midred Pierce” isimli filminden uyarlama. Çevresi ile uyum sağlayamayan bir kızın hikâyesi) Şahane Züğürtler (Jacques Deval’in Towaritch’inden uyarlama. Zenginlikten fakir bir yaşama giden bir ailenin öyküsü.) Kavga Var 1964 (Bir mizah dehası olan Suavi Sualp’in senaryosunu yazdığı, güzellik yarışmalarının içyüzünü gösteren, bu yarışmalarda oynanan sevimsiz oyunları eleştirel bir üslupla anlatan ve bu ortamda iffetini korumaya çalışan kızların öyküsü) Döner Ayna (Halide Edip. Yıllar önce geçen olaylar yüzünden bir toprak ağasından intikam almak için and içen bir kadın, annesinin baş düşmanı ağanın kızına sevdalanan bir kahya ve bir gen kızın hikayesi.) Avare Yavru ve Filinta Kovboy 1964 (Hector Malot’un “Sans Famille-Kimsesiz”romanından uyarlama. Öksüz bir kız çocuğu ile serseri bir sokak çalgıcısının öyküsü), Şahane Züğürtler 1964, Döner Ayna 1964, Yakılacak Kitap 1963(Ethem İzzet Benice’nin romanından uyarlama), Büyük Yemin 1963( Bir fahişenin hayatı) , Dişi Örümcek 1963(Kendini çeşitli olayların içinde bulan evli bir gazetecinin öyküsü), İki Çalgıcının Seyahati 1962 (İki saf köylünün başından geçenlerin öyküsü), Ateşli Kan 1962, İstanbul’da Aşk Başkadır 1961.

Yapımcı Filmografisi
Ada 1988, Çil Horoz 1987, Uzun Bir Gece 1986, Fatmagül’ün Suçu Ne? 1986, Öğretmen Kemal 1981, Derya Gülü 1979, Güneşli Bataklık 1977, Azgın Bakireler 1975, Kara Çarşaflı Gelin 1975, Aç Gözünü Mehmet 1974, Bedrana 1974, Çılgın Arzular 1974, Rabia / İlk Kadın Evliya 1973, Nefret 1973, Hayatımın En Güzel Yılları 1972, Her Şafakta Ölürüm 1972, Sinderella Kül Kedisi 1971, Beyaz Güller 1970, Şoför Nebahat 1970, Göklerdeki Sevgili 1966, Büyük Yemin 1963, Tütün Zamanı 1959, Bir Şoförün Gizli Defteri 1958, Kin 1957
Senarist Filmografisi
Derya Gülü 1979, Hey Yavrum Hey 1978, Malkoçoğlu Kara Korsan 1968, Avare Yavru Filinta Kovboy 1964

Ödülleri
1974 Karlovy Vary (Çekoslavakya) Film Şenliği’nde “Bedrana” ile Cidalc ödülü. 11. Antalya Film Festivalinde en iyi 2. film
1975- 4. Yarımca Sanat Şenliği’nde, “Bedrana” en iyi 2. film
1977- 14. Antalya Film Festivalinde “Kara Çarşaflı Gelin” En iyi film
1978- Karlovy Vary (Çekoslavakya) Film Şenliği’nde “Güneşli Bataklık” Sendikalar Birliği Özel ödülü
1988- 25. Antalya Film Festivalinde sinemaya katkılarından dolayı onur ödülü.
Kültür Bakanlığı Seçiminde, “Ada” filmine sinema başarı ödülü.

CİHAN BİLGEN

Kaynakça:
* Türk Sineması Veri Tabanı Sinemaya Giriş, Prof. Dr. Alim Şerif Onaran, Filiz Kitapevi Ekim 1999
* Türk Sinema Yönetmenleri Sözlüğü, Burçak Evren
* Türk Sinema Tarihi, Giovanni Scognamillo, 203, 205, 207, 210, 211, 212, 213, 215, 221, 222, 279, 305, 320, 321, 322, 351, 402, 404, 405, 407, 413, 414, 418 ve 442. sayfalar.
* Türk Film Yönetmenleri Sözlüğü, Türk Film Yapımcıları Sözlüğü, Türk Filmleri Sözlüğü 2 cilt, Agâh Özgüç

18 Nisan 2008

TÜRKİYE ve SİNEMA 1

Türkiye’de Sinemanın başlangıcından öncesine dair bilgiler azdır. Ama İstanbul’un Beyoğlu (Pera) semti, henüz var olmayan Sinemayı tanımadan önce, “diorama 1843”, “cosmorama 1855”, “diaphanorama 1855”, “büyülü fener” ve “optik tiyatro” gösterilerine tanık olmuştur.

Sinematograf ise; II. Abdülhamit’in kızlarından biri olan Ayşe Osmanoğlu’nun anılarında, sarayda yer alan bir gösteriden kısaca bahsetmektedir.

Saraya, sinemayı bir taklitçi ve hokkabaz olan, Bertrant adlı bir Fransız getirmiştir. Bertrant, her yıl Padişahın izniyle Fransa’ya gidip, Saray’a yenilikler getirmektedir.

Ayşe Osmanoğlu bu yeniliği Bertrant’ın getirdiğini söylerken, Rakım Çalapala’ya göre; Sinemayı ilk önce bir Fransız ressam Türkiye’ye sokmuştur.

Lumiére Kardeşler

Nurullah Tilgen, yayımlanmış notlarında, Lumiére Kardeşlerin temsilcilerinin Türkiye’de yaptıkları film gösterilerinden söz eder. Başka bir yazısında ise, öncülüğü Sigmund Weinberg’e verir. Tilgen notlarında; “….film gösterme, icadından iki yıl sonra (1 yıl sonra olmalı) yani 1896 yılında memlekete gelmiştir..” demektedir. Büyük olasılıkla ilk halka açık gösteriden bahsediyor.


Ercüment Ekram Talu, 1896-1897 sıralarında, İstanbul-Galatasaray’daki Sponek Birahane’sinin salonunda katıldığı, programın en etkili görüntülerinden ya da filmlerinden biri de, Lumiére Kardeşlerin, seyircileri dehşete düşüren ünlü, Bir Trenin La Ciotat Garı’na Girişi (1895) olmuştur.

“Avrupa’nın bir yerinde bir istasyon, bacasından fosur fosur kara dumanlar savuran bir lokomotif, peşinde takılı vagonlar duruyor. Rıhtım üzerinde telaşlı telaşlı insanlar gidip geliyor. Ama ne gidiş geliş! Hepsini sara nöbetine tutulmuş sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı, ölçüsüz ve acayip ki…

Tren kalktı, bittabi sessiz sedasız. Aman yarabbi! Üstümüze doğru geliyor. Zindan gibi salonun içinde kımıldanmalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp, seyircileri çiğnemesinden korkanlar ihtiyaten yerlerini terk ettiler galiba. Hani ya ben de korkmadım değil; lakin merak galip gelip beni iskemleye mıhladı. Bereket versin ki tren çabuk geçti… gitti..


CİHAN BİLGEN
Senarist- Yardımcı Yönetmen


KAYNAKLAR: Burçak Evren “Müjdat Gezen Sanat Merkezi” ve “Türvak” Ders notları, Giovanni Scognamillo “Türk Sinema Tarihi” ve İnternet.

17 Nisan 2008

YILMAZ GÜNEY

“Ben bir kavga adamıyım. Sinemam da bir kavganın, halkımın kurtuluş kavgasının sinemasıdır..”
Aşktır, acıdır, umuttur Yılmaz Güney.. Derin bakışlarının ardında yatan o büyük ustalıktır. Yaşadığımız bu çağda, bize bıraktıkları ile ışığımızdır. Senaryolarının teması gök gürültüsünü andırır. Oyunculuğu ise, gümbür gümbür bir çığlıktır. Türkiye’de herhangi bir eve girdiğinizde, resimlerinden birini çerçeveletilmiş bir şekilde görebilirsiniz. İşçisinden, köylüsüne, aydınından, öğrencisine toplumun her kesiminden insanın yüreğine ulaşmayı başarmıştır. Acılarımıza merhem olmuş, ruhumuzu dinlendirmiş, her şeyden önce de düşündürmüş, insanlarımızın dertlerini anlatmıştır. Asla unutulmayacak, sonsuza kadar yaşayacaktır..



”Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili. Biz kendimizden başka, herkesin üzüntüsünü üzüntümüz, acısını acımız yaptık. Dünya'nın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı.... Kedilere ağladık, Kuşların yasını tuttuk. Yüreğimizin yufkalığı, kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında ne güzel şeydir, insanın insana yanması sevgili... Ne güzeldir bilmediğin birinin, derdine üzülmek ve çare aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım.. Yaşamak ne güzeldir be sevgili, sevinerek, severek, sevilerek. Düşünerek... Ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın..”

Oyuncuların değil, bir yönetmenin kitlelerce benimsenmesi belki de Türk sinema tarihinde bir ilki oluşturur. Yılmaz Güney. Sinema yönetmeni, senarist, yazar ve aynı zamanda bir aktör. Günümüz yönetmenlerinin birçoğunun sinema anlayışına yön veren Yılmaz Güney, zamanın siyasi çalkantıları sırasında pek çok kez soruşturma geçirmiş ve hapse düşmüş ancak o mesleğini parmaklıkların ardında da olsa sürdürmeye devam etmiştir. Asla yılmamış, pes etmemiştir.
Soyadı Pütün olan Yılmaz Güney, 1 Nisan 1937'de Adana'nın Yenice köyünde doğdu. Bir işçi ailesinin yedi çocuğundan biriydi. İlk ve ortaöğrenimini Adana'da tamamladı. Öğrenimi sırasında ailesinin maddi zorlukları yüzünden pamuk işçiliğinden, gazoz ve simit satmaya kadar birçok işte çalışmak zorunda kaldı. Ardından Kemal Film ve And Film şirketlerinin bölge temsilciklerinde çalıştı. Aynı zamanda öyküler yazıyor, edebi birikimini artıyordu. Ankara Hukuk Fakültesi'nde okurken yönetmen Atıf Yılmaz ile tanışması da mesleğinde ilerlemesi açısından önemli bir basamağı oluşturur. Atıf Yılmaz'ın desteğiyle sinema çalışmalarına da başlar.

1959 yılında Atıf Yılmaz tarafından çekilen Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik filmlerinin senaryolarını yazar ve aynı zamanda oyuncu olarak katkıda bulunur. Karacaoğlan'ın Karasevdası'nda da yönetmen yardımcılığına kadar yükselir. Yeni Ufuklar ve On Üç gibi dergilere de öyküler yazan Güney, bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanır ve 1961 yılında bir buçuk yıl hapis cezasına mahkûm olur.

"Canım, Sevdiğim, Yüreğim
Bu duvarlar yetmiyor bizi ayırmaya bilesin.

Bu parmaklıklar, bu demir kapılar, bu hava, inan.
Bazen bir yumrukta yıkacak kadar güçlü,
Bazen bir serçe kadar güçsüzsem bir nedeni vardır.
Hangi zorluğu yenmemiş insanoğlu.
Hele taşıyorsa içinde bu insanca sevgiyi.
Güzel günler, zorlu duraklardan geçer sevdiğim.
Damla damla birikiyor insan.
Damla damla sevgili.
Bir gün akıp gideceğiz hayata.
Duvarlar yıkılacak, açılacak bütün kapılar bilesin.
Benim yüreğim sensin şimdi, seni vurur durur.
Ve yine damla damla çoğalıyorsun içimde."

İki yıl sonra kaldığı yerden işe devam eder. Daha çok ikinci sınıf serüven filmleriyle haşır neşir olur. Bu filmlerde karşımıza çıkan "Anadolu çocuğu" karakterinin ezilen, hor görülen ancak suskun kalmayı kabul etmeyen, baskıcı otoriteye direnen yapısı, bu tiplerle kendini özdeşleştiren kesim tarafından kolayca sevilir. Güney'e Çirkin Kral lakabının takıldığı bu dönemde öyküsünü kendisinin yazdığı ve Lütfi Akad'ın yönettiği Hudutların Kanunu adlı filmdeki doğal ve abartısız oyunculuğu gerçeklikten son derece uzak Yeşilçam sinemasında da bir farklılaşmanın başladığının göstergesidir.

Gerçek anlamda ilk kez 1967'de yönetmen koltuğuna oturan Yılmaz Güney, 1968 yılında önemli sayılabilecek ilk filmi Seyyit Han'ı çeker. Doğu topraklarındaki bir sevda öyküsünü anlatan bu film, üslubu açısından olumlu tepkiler alır. Hemen ardından Aç Kurtlar ve Bir Çirkin Adam'ı çeker. 1970'e gelindiğindeyse Türk sinemasında önemli bir yere sahip olan Umut adlı film seyirciyle buluşur.

'Umut', eski faytonu, gücü dermanı kalmamış atıyla nüfusu kalabalık ailesini geçindirmeye çalışan, ağır yaşam koşullarının zorlamasıyla giderek çıkmaza giren, bir trafik kazasında atını kaybettikten sonra önce faytonunu, başarısız bir soygun denemesinin ardından da elinde neyi varsa satan, sonra da define aramaya koyulan Cabbar'ın öyküsünü anlatır. Güney'in kendi yaşamından da izler taşıyan bu film, öykünün durduğu yer ve anlatımının gerçekçiliği bakımından çizgisini hemen belli eder. Adana Altın Koza Film Şenliği'nde en iyi film seçilen, sansür kurulu tarafından yasaklanması ertesinde Danıştay kararınca gösterime giren 'Umut', burada olduğu kadar, yurtdışında da ilgiyle karşılanır.

1971 yılında üç filminin birden (Ağıt, Acı ve Umutsuzlar) Adana Altın Koza Film şenliğinde dereceye girmesi böyle bir şeyin ilk olması bakımından şaşırtıcıdır, ancak onun yeteneğini bilenler için tam tersidir.
1972 yılında siyasi olaylara karıştığı gerekçesiyle tutuklu kalan Güney, Boynu Bükükler adlı romanını yeniden yazıp Boynu Bükük Öldüler adıyla yayımlar. Kitap, 1972 yılında Orhan Kemal Roman Ödülü'nü kazanır.
Tutukluk döneminin bitmesi sonrasında, 1974'te bir başyapıt sayılan Arkadaş'ı çeker. Birbirinden uzak düşen iki üniversite öğrencisinin, aralarındaki toplumsal uçurumların farkına varmaları ve ilişkilerinin giderek zayıflamasının anlatıldığı film, ülkemizdeki 'kültür şoku'nun da bir belgesi gibidir. Yılmaz Güney'in Adana'da Endişe adlı filmi çekerken karıştığı bir olay sırasında bir yargıcı vurarak öldürmesi uzun bir hapishane hayatının başlangıcı olacaktır.


Yine de o sinemadan kopamaz. Senaryolar yazmaya, üretmeye ve hep üretmeye devam eder. Senaryolarından biri Zeki Ökten tarafından Sürü adıyla sinemaya aktarılır ve bu film, yurtiçinde ve yurtdışında birçok ödül alır. Ökten'in çektiği Düşman'ın ardından Gören'in kamera karşısına geçtiği Yol gelir.

1981'de cezaevinden yurtdışına kaçmayı başaran Yılmaz Güney, Yol'u yeniden çeker ve film bu kez 1982 Cannes Film Şenliği'nde büyük ödülü Costa Gavras'ın Missing'iyle paylaşır. Yılmaz Güney yurda dönme çağrılarına uymaması sebebiyle 1983'te Türk yurttaşlığından çıkarılır. Aynı yıl Fransa'da Le mur (Duvar) adlı filmi çeker, ancak film pek ilgi görmez. Ve ertesi yıl 9 Eylül 1984’de Paris’te kanser hastalığından yaşama, sevdiklerine ve hayatını adadığı sinemaya veda eder.
Yılmaz Güney, senaryosundan kurgusuna kadar sinemada yetkin olmayı başaran ender yönetmenlerden biridir. Sürekli farklılık arayışı içinde olması, yapıtlarındaki şiirsellik ve zengin görsellik onu ayrıcalıklı kılan yanlarıdır. Lütfi Akad'ın özgün bir anlayış getirdiği Türk sineması Yılmaz Güney'in filmleriyle yeni bir aşama kaydetmiştir. Detay zenginliğine sahip, realist, olanakları en uygun biçimde kullanan ve toplumsal olayları özümseyen filmlerdir bunlar. Yılmaz Güney sineması 'sinemacılar kuşağı' olarak bilinen genç kuşak yönetmenleri de yönlendirmeyi başarmıştır. Onunla başlayan ve 'Yeni Sinema' olarak adlandırılan bu dönemde Türk sineması dünyaya açılma olanağı bulmuş, onu takip eden genç yönetmenler yurtdışında kayda değer başarılar elde etmişlerdir. Yapıtlarıyla gerek yurtiçi gerekse yurtdışında birçok ödül kazanan Yılmaz Güney, sanatın diğer dallarında verdiği eserleriyle de pek çok kitlenin gönlünde önemli bir yere sahiptir.
Kendisini saygıyla anıyoruz…

Yılmaz Güney'in Eserleri:
Rol Aldığı Filmler: Tütün Zamanı, 1959 - Dolandırıcılar Şahı, 1961 - Kara Şahin, 1964 - Mor Defter, 1964 - On Korkusuz Adam, 1964 - Yaralı Kartal, 1965 - Beyaz Atlı Adam, 1965 - Ben Öldükçe Yaşarım, 1965 - Sokakta Kan Vardı, 1965 - Çirkin Kral, 1966 - Hudutların Kanunu, 1966 - Ve Silahlara Veda, 1966 - Yiğit Yaralı Olur, 1966 - Balatlı Arif, 1967 - İnce Cumali, 1967 - Kızılırmak Karakoyun, 1967 - Kozanoğlu, 1967, Kurbanlık Katil, 1967 - Azrail Benim, 1968 - Kurşunların Kanunu, 1969 - Zeyno, 1970 - Namus ve Silah, 1971 - Sahtekar, 1972.
Senaryosunu Yazıp Yönettiği Filmler: Bu Vatanın Çocukları, 1959 - Alageyik, 1959 - Kamalı Zeybek, 1964 - Konyakçı, 1965 - Krallar Kralı, 1965 - At, Avrat, Silah, 1966 - Eşrefpaşalı, 1966 - Çirkin Kral Affetmez, 1967 - Belanın Yedi Türlüsü, 1969 - Piyade Osman, 1970 - Sevgili Muhafızım, 1970 - Şeytan Kayalıkları, 1970 - İbret, 1971.

Senaryosunu Yazdığı Filmler: Karacaoğlan'ın Karasevdası, 1959 - Endişe, 1974 - İzin, 1975 - Bir Gün Mutlaka, 1975 - Sürü, 1978 - Düşman, 1979 - Yol, 1982.
Senaryosunu Yazdığı, Yönettiği ve Oynadığı Filmler: Bendim Adım Kerim, 1967 - Pire Nuri, 1968 - Seyit Han, 1968 - Aç Kurtlar, 1969 - Bir Çirkin Adam, 1969 - Umut, 1970 - Kaçaklar, 1971 - Vurguncular, 1971 - Yarın Son Gündür, 1971 - Umutsuzlar, 1971 - Acı, 1971 - Ağıt, 1971 - Baba, 1971 - Arkadaş, 1974 - Zavallılar, 1975.

Senaryosunu Yazdığı ve Yönettiği Film: Le Mur, 1983.
Kitapları: Boynu Bükük Öldüler, 1971 - Hücrem, 1975 - Salpa, 1975 - Sanık, 1975 - Selimiye Mektupları, 1975 - Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz, 1977 - Seçimlerde CHP Neden Desteklenmelidir?, 1977 - Faşizm Üzerine, 1979 - Paris Komünü Üzerine, 1979, Oğluma Hikayeler, 1979.

CİHAN BİLGEN
Senarist- Yardımcı Yönetmen

İLK BULUŞMALAR

Buluşmamızın her anını
biz bir mucize gibi coşkuyla kutlardık
Yeryüzünde yalnızca ikimiz vardık
Sen bir kuş kanadından hafif ve inceydin
merdiven basamaklarından başdöndürücü bir hızla inip,
çiğ taneli leylakların arasından geçerek
beni aynalı camın öbür tarafındaki
kendi makamına götürürdün sen
Gece indiğinde bana büyük şeref bahşedilir
ve tapınağın kapıları açılarak karanlıkta parlar
ve yavaşça secde ederdi çıplaklığın.
Ve ben uyanarak "Tanrı kutsasın" diye fısıldardım
Ve bu kutsamanın cüretkârlığının tadını yaşardım
Sen uyurdun
ve mavi gökyüzünün kapılarını çalardın rüyanda
Vücudunsa yatağın içinde
dokunulmazlığının sıcaklığı ve buğusu ile hareketsizdi
ve kirpiklerin de,
ellerin de öyle,
sıcak…
Irmakların nabzı kristal küre üzerinde atar,
dağlar tüter ve denizden serpintiler gelir
sense avucunda tutardın o kristal küreyi.
Bir tacın içinde uyurdun
Ve tanrı şahidim ki
Benimdin sen
Sen uyanır ve insanoğlunun
basit konuşma dilini yeniden yazardın.
Ve "insan" sözcüğünü, gırtlağına yeni bir güçle doldurur,
ve "sen" sözcüğü, yepyeni anlamlarını ortaya serer,
ve kral anlamına gelirdi.
Ve yeryüzündeki her şey dönüşürdü
hatta leğen, kova gibi basit şeyler bile
Ve o sağlam kaya
aramıza bekçi gibi dikilip durduğunda
bilinmeyen yerlere sürüklenip giderdi.
Mucizevi şehirler önümüzde bir serap gibi dağılırdı.
Kaderimiz, elinde ustura olan
bir deli gibi arkamızdan kovalarken
biz bulutların üzerinde yatardık, yumuşacık…
Ve kuşlarla yolumuz ortaktı sanki
Ve balıklar, ırmaklar peşimizden gelirdi
Ve gökyüzü uyanırdı gözlerimin önünde...


Arseni Tarkovski (1962)